Bu satrançın kaç oyuncusu var?
Son günlerde ülkemizde yine on yıl öncesine dönerek şehit acıları ile ciğerlerimiz yanmaya başladı. Bir mozaik gibi ülkemizin dört bin yanına yerleşen ülke insanım, Çanakkale’de olduğu gibi hep birlikte Türkiye Cumhuriyetini koruyup kollamak için el ele omuz omuza binlerce şehit vererek ülkemizi koruyup vatan topraklarını muhafaza etmişizdir. Ne oldu da bu birliğimizi ve bütünlüğümüzü bozmak adına ülkemin karışmasını isteyen düşmanlar kardeş kardeşi öldürtmeye çalışıyorlar?
Ülkede okuyup, iş güç sahibi, meslek edinme ve ülkemin idaresinde yer alan kime sen şusun busun dendi? Kime etnik durumu soruldu da ülkemin içinde hayat hakkı tanınmadı? Gariban insanların duygularını tahrip ederek körpecik çocuklar dağa çıkarılarak aç sefil vaziyette kendi topraklarına ihanet ettirmeye çalışan hainler acaba ülkeye savaş aştırırken kendileri ülkemin en iyi yerlerinde zevki sefa sürerken onların dağlarda işi ne?
Meclise dolup ülkemin her nimetlerinden yararlanan terör destekçilerinin çocukları ülkemde nasıl yaşıyorlar haberleri var mı? Şu tatil beldesi, şu deniz plajları sen misin diye gezerken kendi bölge insanını mağarada yaşatanları neden görmezler?
Ülkemizden başka yaşanacak başka bir ülke mi var? Dün nasıl yaşadı isek bundan sonrada neden aynı şekilde yaşayamayalım? Dün Nevşehirli eğitimci kardeşim Yener Tekeli aynı zamanda 7 Haziran seçimlerinde Nevşehir’den Ak Parti aday adayı olan Tekeli kardeşimin, “ Bu satrançın kaç oyuncusu var?” başlıklı bir yazısını okudum. Bu yazıyı bugün sizlerle de paylaşmak istiyorum birlikte göz atalım:
“Coğrafi konumumuzdan mıdır nedir hala ne olduğumuzu tam anlayamadık sanırım. Batının gözüyle doğulu doğulunun gözüyle batılı oluverdik. 6 yıl boyunca Hatay’da yaşamış biri olarak bunu daha net görebildim. Öyle ya Ege’yi Akdeniz’i gezsen ayrı, Mardin’i, Diyarbakır’ gezsen daha bir ayrı dünya görürsün. Kimileri için bu bir handikap olabilir ama kıymetini bilebilseydik bugün tüm dünyanın parmakla gösterdiği işte o ülke dedikleri bir yer oluverirdik. Tüm dünyanın gözü üzerimizde olurdu. Aslında yine gözler üzerimizde ama maalesef anlamak istediğimiz manada değil. Türkiye tarihi ve kültürel açık hava müzesi olarak değil ustaca manevraların çevrildiği, kirli tuzakların kurulduğu bir satranç tahtası gibi Avrupa’dan Asya’ya uzanıyor. Satranç iki kişiyle oynanıyor ama bu o kadar büyük bir tahta ki asıl oyuncuların oynayabilmesi için manevra yapabilmesi için taşları yerinden oynatabilmesi uzun kollar ve o taşları tutabilmesi için parmaklar gerekiyor. Asıl oyuncuları ve bunların kollarını parmaklarını aslında biliyoruz da burada önemli olan biz bu oyunun neresindeyiz? Oyunu oynayan mı, taşlardan biri mi yoksa sadece oyunun oynanmasına imkân veren satranç sahasının sahibi mi? Hadi şimdi siz kendinizi nereye koyacaksınız düşünün. Sahanın sahibi biz isek neden başkalarına oynatıyoruz ve üstelik oyunu onların istedikleri gibi planlamalarına izin veriyoruz. Oyunculardan biri isek rakibimiz kim ve neden kendi evimizde içimizden rakip olup kendi kendimize oynuyoruz. Oyunun taşlarından biri isek bizim dışımızdakilerin bizi yerimizden oynatmasına neden müsaade ediyoruz. Hadi diyelim öyleyiz hangi taş biziz? Şah mı, piyon mu? Şah biz isek karşımızdaki rakibin şahı kim ve kimi devirmeye çalışıyoruz? Piyon isek kendi vatanımızda birilerinin bizleri öne sürerek başkalarına yem etmelerine neden müsaade ediyoruz? Evet hangisiyiz biz?
Bu soruya cevap verebilmek için önce BİZ nedir onu tanımlamamız gerekir. Biz Türk müyüz, Kürt müyüz, Laz, Çerkes… hangisiyiz? Herkes bu şıklardan herhangi birini seçip cevap verirse bu satranç tahtasında onlarca BİZ çıkar. İşte o zaman yukarda bahsettiğim oyunun bir parçası olursun ki hangi parçasısın karar vermek durumunda kalırsın. BİZ nedir sorusunun cevabı olarak son şıkkı olan “HEPSİ” yi seçerseniz en doğru cevabı vermiş olursunuz ve bu oyunu bozarsınız. Kendi sahanızdan oyuncuları da taşları da o taşları yerinden oynatan kolları ve parmakları da oyun tahtasından atarsınız. Ortada ne oyun kalır ne de oyuncu. BİZ kalır, tertemiz ve artık satranç tahtası olarak adlandıramayacağımız siyah beyaz karelerden siyah beyaz düşüncelerden arınmış, grilerinde sevildiği bir coğrafya kalır.”