Başımıza bir bela ve musibet geldiğinde dünyada ne varsa unutup bir tarafa atarken, hatta bir ağır hastalığa yakalandığımızda ne kibir kalıyor ve ne de enaniyet. Sadece Rabbımıza şükür, sağlık ve sıhhat dileniyoruz. Sağlığımız ve huzurumuz yerinde olsun yeter diyoruz. Ama bu sıkıntılar geçtikten bir kaç gün sonra hayatımıza bıraktığımız yerden devam ediyoruz. Sanki hiç bir şey olmamış gibi kendimizi yenilemeden hayatımıza devam ediyoruz.
Paramız cüzdanımızda çoksa, emrimizde birde insanlar çalışıyorsa, lüks yat ve katlarda yaşıyorsak hiçbir şey umurumuzda olmuyor. Yolda yürürken eğer burnumuz yere düşse kibrimiz ve gururumuzdan eğilip yerden almayacak durumdayız.
Ben çocuktum eskiden düğünlerde bol silah atılırdı. Kim çok silah atar, hava yaparsa kendinde bir güç olduğunu zan ederdi. Bizimde bir yakınımızın Demirci kasabasından eniştimiz vardı. Bizim köyde düğün olduğunda gelirdi, sağa sola ve havaya silah atardı.
Bir gün babam dedi ki, “ enişte iştahla, sağa, sola ve havaya ateş ediyorsun. Havada kim varda kimi vuracaksın” dediğini hiç unutmam. Enaniyet ve gurur sahibi insanlar yolda yürürken ayağının altında tavuk kalsa görmez çiğner. Ama bakın şu virüs nedeni ile gözle görülmeyen bir mikroptan ödleri kopacak duruma gelmişlerdir.
Sürekli "Ben yaptım, sadece ben, ben başardım, ben elde ettim, ben ben ben..." diyerek geçen bir ömür şükürden yoksun Rabbının lütuflarından bi haber geçen bir ömürdür. İnsan ziyana değil kâra geçmek isterse eğer nimetlerin şükrünü eda, bollukda infak, yoklukta dua etmelidir. Nimetlerin Allah'tan geldiğini yani rızkı verenin o olduğunu bilen bir kul, elde ettiği başarıda Rabbisine şükranda bulunan bir kul acziyeti bilir ve ona göre davranır. Tabiri caiz ise mutlak kudret sahibi Rahman ve Rahim olan Rabbisine karşı konumunu ve haddini bilir. Yaşamını ve hayatını ona göre düzenler. Kimse kimseden büyük değil büyük Allah’tır.
Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri buyurur: “Kibirli kişi, aslâ mârifetin kokusunu koklayamaz. Bunun için on sekiz bin âlemde kendi nefsinden daha kötü bir nefs görmemelidir.”
Kibir, kökü Cehennemʼde bulunan çirkin bir huydur. Hakkʼa kulluğun fârik vasfı olan tevâzuun zıddıdır. Tevhîd akîdesi gibi, Cenâb-ı Hakkʼın kibriyâ sıfatının da, yani büyüklük ve ululuk vasfının da, aslâ ortaklığa tahammülü yoktur. Kibir ise, bütün nîmet veya muvaffakıyetleri lûtfeden Allâhʼa ortaklık alâmetidir. Zira nîmeti Allahʼtan bilmek yerine, kendine izâfe etme ve nefsine pay çıkarma gafletidir.
Mesnevî: “Pâdişahın biri, bir pâdişaha galip gelirse, onu ya öldürür, yâhut zindana attırır.”
“Fakat aynı pâdişah bir düşkün yaralıyı, zavallı bir dertliyi bulursa, yarasına merhem kor, ona ihsânda bulunûr.”
“Kendini üstün görmek, pâdişah olduğu için kibirlenmek bir zehir olmasaydı, o gâlip pâdişah, mağlûp ve esîr olmuş pâdişahı, suçu olmadığı hâlde niçin öldürürdü?”
“O düşkün dertliye kendisine bir hizmette, bir kullukta bulunmadığı hâlde neden iyilik ediyor, ona acıyor? Bu iki duruma bakıp kibrin nasıl bir zehir olduğunu anlaman mümkündür.” (c.4, 2750-2754)
Hazret-i Mevlânâ bu hususta şöyle îkaz eder: “Köle gibi mütevâzı ol da at gibi yerde yürü. Omuzlarda yürüyen tabut gibi yükselmeye kalkışma. Nefs, çok övülme yüzünden Firavunlaştı. Sen, alçak gönüllü ol; (ne kadar ulu olsan da) ululuk taslama!”
“Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan hiçbir kimse cennete giremez.” (Müslim, Îman, 148-149)
İşte dört günlük dünyadaki halimiz bu değil mi? kimseyi hor ve küçük görme. Nihayetinde sen altın kefene, küçük gördüğün insan kaput kefene sarılıp kabre girmiyor. Kabir kapısı farklı değil o kapıdan herkes aynı kefenle giriyor. Bakışımız buna göre olsun ve öyle yaşayalım. Nefsin hoşuna giden üslup ve hava ile bizi övüp göklere çıkarsalar ne elde edeceğiz?
YORUMLAR