dobra dobra sesleniyoruz,
"iç politikada
yola çıktığın arkadaşlarını
yolda bulduklarınla değiştirerek
iktidar gücünü bir biçimde(!) tekeline alırsan..
bunu yaparken güvendiğin tek unsur
bir biçimde(!) arkaladığın seçmen tabanı ise..
bu başarıdan(!) aldığın güven ve cesaretle
dış politikada da aynı yönteme başvurursan,
dünya kamuoyu olmasa bile
soyunduğun islam dünyası desteğini arkanda sanıp,
yabancı muhataplarını da aynı yöntemle
yolda bulduklarınla değiştirmeye başlarsan,
gösterirler adama dünyanın kaç bucak olduğunu..
kimse kimseye ne mecbur ne mahkum"
bunu anladığında iş işten geçmişti..
dışarısı içeriye hiç mi hiç benzemiyordu..
tribündekiler de benzemiyordu, sahadakiler de..
ne yaparsa yapsın ne derse desin
alkış tutmak yerine
dikkatlice takip ediyorlar,
doğru yapınca destek veriyorlar,
yanlış yapınca önce diskur çekiyor,
haddini aşınca haddini bildiriyorlardı..
"uluslararası meşruiyet krizine" sokuyorlar,
"muhatap kabul etmeyerek" cezalandırıyorlardı..
dışardakiler içerdekilerine hiç mi hiç benzemiyordu..
içerdekiler gibi "toplum desteği arkamda" sopasını iplemiyor,
susmayanları çatlasa da trenden atamıyordu..
"koltuk kimseye bâki değil" bahanesine sığınamıyor,
yırtınarak tribünlere oynasa da kazanamıyor,
koltuğu dursa da itibar kaybediyordu..
bu işte bir terslik(?) vardı..
asıl gerekçe,
gücü kimseyle paylaşmamak,
donanımlı ve tecrübelilerin yanında
hayli gerilere düşeceği korkusu muydu..?
lafazan tâifenin bilgelik diye yutturduğu
ama işine geldiği için sesini çıkarmadığı
hayal yolculuğu daha ne kadar devam edebilirdiki..?
etmedi de nitekim, geldi geldi duvara tosladı..
gelinen nokta itibariyle hem içerde hem dışarda
dostlar düşmanlaştırıldı, düşmanlar dost kılınamadı..
gerçek dost kalmayınca yıkılmaları mukadder oldu,
ebâ müslim horasanî'nin dediği gibi..
bu sözü duvara değil yüreğine asmalıydılar..
"şimdi bunun zamanı mı, hele şu ...
âcil durumları bi'halledelim, sonra bakarız"
ötelemeleri, sorunlarımızı büyütmekten ve
çözümsüzleştirmekten öteye geçmiyor..
her konuda öncelikli sorun haline geldiyse,
âcil sorun budur.. yoksa mesele, takıntı falan değil..
dememiz o ki,
sloganla ülke yönetilebilseydi,
"komşularla sıfır sorun" hedefinde,
"komşularla sırf sorun" noktasına gelinir miydi..?
"proaktif dış politika, dünyada barış" diye diye
dünyayla savaş noktasına gelinir miydi hiç..?
içerde kaos noktasına gelinir miydi hiç..?
onun açılımı bunun açılımı
aç-kapa aç-kapa gazoz şişesi sanki,
açılımlarının hepsi de hüsranla kapandı..
yöneticilik işi evcilik oyunuyla karıştırılmış gibi..
'madem işi bilmiyordun, niye çıktın koltuğa' demezler mi..?
. tüm sermayesi mağduriyet edebiyatı yapma,
âcizlik ağıtı yakma, şikayet etme, bahane bulma,
mazeretler üretme, suçu başkalarına atma olanlar,
işgal ettikleri koltuklarda geçirdikleri her saat ile
zamanımızı emeğimizi lokmamızı geleceğimizi çalıyorlar..
. stratejik yanlışlarını ört-bas ile vahim halleri
basit taktiksel hamlelerle düzelteceğini zannedenler,
ülke idaresini bakkal idaresi sanıyor herhalde..
. sıkıştıkları her konuda kupkuru hamâsetle
oyun kurucular karar yapıcılar(decision makers)
ve uygulayıcısı küresel aktörler nezdinde
gülünç bir blöften öte geçemeyeceğini bile bile
tribünlere oynamak, diplomatik sefalet..
. aynı noktalara vurgudaki ısrarımız,
sorunların düğümlendiği noktaların
sorunların çözüm noktaları olmasından..
çözüm nokta/ları karşıdakilerce çözülünce(?)
sorunlar çözümsüzleşip kangrene dönüşüyor, birer birer..
meramımız o ki,
adem'e mahkumiyet,
ademe/yokluğa mahkumiyettir..
E-Posta: [email protected]